İşte Cevaplar
Sait Faik Abasıyanık'ın "Garson" Hikayesi İncelemesi
Sait Faik Abasıyanık'ın "Garson" hikayesi, ilk olarak 1938 yılında "Semaver" dergisinde yayınlanmıştır. Hikaye, İstanbul'da bir lokantada çalışan garson Ali'nin gözünden kentin sıradan insanlarını ve onların hikayelerini anlatır.
Hikayenin Konusu:
Ali, İstanbul'da bir lokantada çalışan garsonluk yapan bir gençtir. Lokantada her gün farklı insanlarla karşılaşır ve onların hikayelerine tanık olur. Hikayede Ali'nin gözünden kentin sıradan insanlarının yaşamlarını, umutlarını, hayallerini ve hayal kırıklıklarını görürüz.
Hikayenin Karakterleri:
- Ali: Hikayenin ana karakteridir. İstanbul'da bir lokantada çalışan garsonluk yapan bir gençtir. Ali, gözlemci ve duyarlı bir karakterdir. Kendi hayatının zorluklarına rağmen, lokantaya gelen müşterilerinin hikayelerine ilgi duyar ve onlarla empati kurar.
- Lokanta Müşterileri: Hikayede Ali'nin gözünden gördüğümüz farklı karakterlerdir. Bu karakterler arasında kentin sıradan insanları, esnaflar, memurlar, öğrenciler ve turistler yer alır. Her bir karakterin kendine özgü bir hikayesi ve hayalleri vardır.
- Lokanta Sahibi: Ali'nin çalıştığı lokantayı işleten adamdır. Sert ve otoriter bir karakterdir. Ali'ye karşı zaman zaman kaba davranır ve onu azarlar.
Hikayenin Temaları:
- Yalnızlık: Hikayedeki karakterlerin birçoğu yalnızlık çekmektedir. Ali, lokantada çalışmasına rağmen, kendisini diğer insanlardan kopuk hissetmektedir. Lokanta müşterileri de kendi yalnızlıklarıyla mücadele etmektedir.
- Yoksulluk: Hikayedeki karakterlerin çoğu yoksuldur. Ali, lokantada düşük bir maaşla çalışmaktadır ve geçimini zorluklarla sürdürmektedir. Lokanta müşterileri de yoksulluğun getirdiği zorluklarla mücadele etmektedir.
- Hayaller ve Hayal Kırıklıkları: Hikayedeki karakterlerin her birinin hayalleri ve umutları vardır. Ancak, bu hayaller her zaman gerçekleşmez ve karakterler hayal kırıklığına uğrar.
- Şehir Hayatı: Hikaye İstanbul'da geçmektedir ve şehrin karmaşık ve kaotik atmosferini yansıtır. Hikayede şehrin sıradan insanlarının günlük yaşamlarını ve onların birbirleriyle olan ilişkilerini görürüz.
Hikayenin Dili ve Üslubu:
Sait Faik Abasıyanık, "Garson" hikayesinde sade ve yalın bir dil kullanmıştır. Hikaye, akıcı bir üslupla yazılmıştır ve okurun ilgisini çekmeyi başarmaktadır. Abasıyanık, hikayede İstanbul'un ağızlarından ve argo kelimelerinden de yararlanmıştır. Bu sayede hikaye daha gerçekçi ve samimi bir hale gelmiştir.
Sonuç:
Sait Faik Abasıyanık'ın "Garson" hikayesi, İstanbul'da yaşayan sıradan insanların hikayelerini anlatan etkileyici bir eserdir. Hikaye, yalnızlık, yoksulluk, hayaller ve hayal kırıklıkları gibi temaları ustalıkla işlemektedir. Abasıyanık'ın sade ve yalın dili hikayeyi daha da etkileyici hale getirmektedir.
Hikayenin Önemi:
"Garson" hikayesi, Türk edebiyatının önemli eserlerinden biridir. Hikaye, İstanbul'un 1930'lu yıllarındaki atmosferini ve şehrin sıradan insanlarının yaşamlarını gerçekçi bir şekilde yansıtmaktadır. Abasıyanık'ın usta kaleminden çıkan bu eser, Türk edebiyatında önemli bir yere sahiptir.
Hikayeyle İlgili Bazı Sorular:
- Hikayedeki karakterler neden yalnızlık çekmektedir?
- Hikayedeki karakterlerin yoksulluğu nasıl etkilemektedir?
- Hikayedeki karakterlerin hayalleri ve umutları nelerdir?
- Hikayede İstanbul'un nasıl bir şehir olduğu anlatılmaktadır?
- Hikayeyi beğendiniz mi? Neden?
Diğer Cevaplara Gözat
( ‘Semaver’ adlı kitaptan )
Yazla beraber deniz üstündeki kahveye gelen garsonun bir haf talık kazancı sekiz, sekiz buçuk lirayı ancak bulurdu. Fakat ne ziyanı var? Bu kahve şimdi onundur. İstediği gibi çalışabilir. İş bittikten sonra, sandalyeler masaların üzerine dizildikten sonra, denize karşı bir cıgara içilir ve beş sandalyenin bir araya gelmesinden olan, yatağa, arkaüstü -iş olmadığı veya yağmur yağdığı zaman erkenden- uzanılabilirdi. Ne karışanı, ne görüşeni vardı. Değil kendisine hizmet etmeye, kendisinden her hangi bir hizmet görmeye bile tahammül ederneyeceği bir insana, “Ne istiyorsunuz?” demek yok artık… Ne kahve fincanının tabağına her zaman para bırakan müşterinin, bu sefer niçin bırakmadığını düşünmek…
Burayı her yaz ucuz bir fiyata kiralardı. Semtin sapa bir kahvesiydi. Fakat köy evlerinin müntehasında, deniz üstünde, tahtadan olması, ekseriya köye gezmeye gelenleri ve şair tabiatlıları buraya çektiği, bu nevi insanlar da bir kahveye beş kuruştan aşağı bırakmayan takımdan oldukları için geçinir giderdi. Ona sorulsa: “İstanbul’un Belvü gibi, yok Cennet Bahçesi, Panorama, Altınbira gibi bahçelerinde garsonluk etmek varken ve sen de birinci sınıf garsonken, ne diye bu işi yaparsın?” Pek kendisi de bilmezdi.
Kırk yaşında, sağlam, birinci sınıf… Yukarıda saydığımız bahçelerde en hışır garsonun gündeliği 2,5 hatta 3, diyelim 2 lira. O halde günde bir papele burasını niye tercih ederdi? Meçhul… Tembellikten mi? Hayır. Çalışmaktan korkmazdı. Burada, bu boş ve kimsesiz kahvede bile kendine bin türlü iş bulur. Kova kova denizden su çekerek, siyahlaşmış tahtaları ovardı. Köyün gençlerini kahvesine alıştırmak için, geçen seneden beri iki ucunu bir araya getiremediği pingpong masasının ayaklarını tamir eder, masaların yerlerini değiştirir, bardakları yeniden yeniden yıkar… Bin türlü iş icat ederdi.
Hiç boş kalmak işine gelmezdi. Boş kalırsa müthiş canı sıkılırdı. Yine de yapılacak iş kalmadığı zaman, Belvü Bahçesi’nde garson olduğunu, sıcak bir günde müşterilerin akın akın geldiğini görür gibi olur. Uzakta, öğle sıcağında, köyün içinde kedilerin bile uyuduğu zamanlarda, çıngıraklı bir sesle haykırdığı duyulurdu:
– Dört duble çek. Yakasız (san fo kol) olsun.
Masadan masaya mezeleri ve dubleleri taşır ve bırakır gibi hareketler yapar; bir yıldırım hızıyla kahvenin içinde koştuğu görülürdü.
İçi çok hazin bir şekilde ezilir. Bir şimşek halinde, bir kahve sahibi olmak arzusunun onu buraya çektiğini düşünür mü, duyar mı, pek belli olmazdı. Karışanım, görüşenim yok, demesi de laftı. Öbür tarafta da bir gün bile bir patron ona kaşının üstünde gözün var dememişti. Çünkü ayağına çabuk, eline sağlam, müşteriye güleryüzlü idi.
Sırası gelmişken söyleyelim: Kekeme idi de… Bunun garsonlukta mühim tesiri vardır ha! Ne kadar siniriense o kadar müşteriyi güldürrnek kabildir. Sonra mavi, berrak gözleri vardı. Saçı ve sakalı bembeyazdı. Dört gün tıraş olmasa o kadar ihtiyar gözükürdü ki… Tıraş olduğu zamansa fevkalade terütaze bir yüz alırdı. Saçları yumuşak ve düz, arkaya taranmıştı. Hulasa, yirmi senelik garsonluğun bütün fizyonomisini almıştı. Yüz kişinin içinde, bu adam bir garsondur, denebilecek bir yüzü, saçı ve hali vardı. İnsana öyle gelirdi ki, bu adam garsonluk için doğmuştur. Kendisi de bunun farkındadır. Halbuki hiç de öyle doğmamıştır. Pekala bir doktor da olabilirdi. Doktor fizyonomisini birkaç sene icrayı tababetten sonra takınabilirdi. Bu ihtiyatların ve mesleklerin saça, göze, kaşa verdiği bir şeydir. Aldanmamalıdır. Çünkü insanlar garson doğmazlar. Onun çok tekrarladığı müthiş bir lafı vardır; söyleyelim:
“Garson ölürler ama, garson doğmazlar.”
Hayır, bu karışan, görüşen meselesi de değildi. Bu iki, iki buçuk lira bir fedakarlıkla külüstür bir kahveye sahip olmak arzusunun manasını garson Ahmet bir türlü anlayamıyor, her sene haziranla beraber içini bir yangın gibi saran bu küçük kahveye, kahveci olmak arzusunu bir türlü yenemiyordu. Kahveyi açtıktan bir hafta sonra semtin çocuklarından bir tanesi, kendi kendisine gelir. Ahmet bir şey söylemeden, çıraklık vazifesini alırdı.
Bir sabah çocuk çıkagelir.
“Ahmet Ağabey, merhaba!” derdi.
“Merhaba!” derdi Ahmet.
Çocuk hiçbir şey konuşmadan, fincanları leğenin içindeki siyah sudan bembeyaz çıkarır. Rengi kirden kapkara olmuş bir peşkire ovalaya ovalaya silerdi.
Ahmet çırağa surat ederdi. Yüz vermez, konuşmazdı. Hat ta bazan homurdanırdı. Fakat dördüncü günün akşamı, iş bit tikten sonra beraber domatesle ekmek yerler.
Ahmet’in bazı çok keyifli günleri olurdu. O günler toprak yolun kenarına bir boru ile oturtutmuş mangalın kömürleri nar gibi kızarır. Mavi mavi tüter. Biraz sonra etrafı saran pirzola ve kızaran biber kokusu uzaklara yayılırdı. Ahmet o akşam dört kadeh atardı. Çırak iskeleye koşardı. Gözleri şaşı, başı beyaz bir tülbentle bağlı, kaşları rastıklı, yeldirmesi şanjanlı bir kadın, yukarıki yoldan Ahmet’e gelirdi. Bu Ahmet’in nikahlı karısıydı. Fakat bütün yaz ya üç defa gelir, ya dört defa. Orada, deniz üstündeki çıkıntının bir köşesinde, denize sırtı dönük, bir tek ses çıkarmadan cıgarasını içerek hayalet haliyle otururdu. Müşterilerin yüzüne bakmaz. Mütemadiyen duvarı seyrederdi.
Ahmet’in halindeki şenlik, karısı geldikten biraz sonra hemen söner, yerine bir sinirlilik ve gevezelik peyda olurdu. Büsbütün kekemeleşir, aksileşirdi. Çırağa bağırırdı. Müşteriye:
– Kahveyi Mehmet Efendi’den alırız, yine de beğendiremeyiz, derdi.
Ancak müşteriler gittikten sonra kadın ağzını açardı. Daha doğrusu açardı ağzını. . . Başörtüsünü fırlatır, uzun ve battal parmaklarında cıgarası, Belvü gibi yer varken buralarda sürtmenin ne demek olduğunu anlamadığını, bu işin içinde bir bit yeniği olduğunu haykırırdı.
Ahmet bu bityeniği lakırdısına içerlerdi. Nihayet kadın, Ahmet’in bir tembelden başka bir şey olmadığını söylemesiyle mesele kapanırdı.
Lüks sönmüş, yahut sönmek üzere olurdu. O zaman Ahmet, duvar kenarına yapılmış kahve ocağından bir hasır ve bir yorgan getirir, yere sererdi. Kadın, Ahmet onu ilk aldığı zamanki gibi karışık ve yumuşak hisler duyar, utanırdı…
Karısını ertesi gün vapura bindirdikten sonra en iyi müşterisine Ahmet, oturur anlatırdı:
Ahmet, Trabzonlu zengin bir babanın tek oğluydu. İstanbul’a fi tarihinde göç etmişlerdi. Kocaman bir kantariye mağazaları vardı. Toptan iş yaparlardı.
İlk sarhoş olduğu günü Ahmet çırağına anlatırdı. Gözlerini kapıyarak hatırlardı:
On dokuz yaşında ya var, ya yoktu, o zamanlar İstanbul’un eğlence yerleri boldu bol; sayınakla bitmezdi, “Garson bir bira daha,” demişti.
On sekizinci bardaktan sonra Kıztaşı’ndaki eve döndüğü zaman, annesini merdivenin üst basamağında uyumuş bulmuştu. Onu öperek uyandırmıştı. İhtiyar hatun onun ayakkabılarını ve ceketini elleriyle çıkarıp çekilip gitmişti. Bir on dakika geçmemişti ki, bu sefer babasıyla beraber yatağının başucuna gelmişlerdi. O uyuyor gibi yapmıştı. Ahmet’e uzun gibi gelen bir zaman içinde onu, Ahmet’i seyretmişlerdi. Sonra babası:
– Oğlumuz büyüdü kadın, erişti, maşallah!
Garip bir gurur içinde çekilip gittiklerini görmüştü.
***
Kantariye mağazasının, evlerin ve dükkanıarın Ahmet’i idare etmeyeceği belli idi. Nitekim de etmedi. O zaman, Ahmet, birdenbire, Belvü Bahçesi’nin garsonluğuna feda ettiği bu küçük kahveyi, hep o babadan kalma sahip olmak, bir şeye sahip olmak arzusuyla tuttuğunu anlayı mı verdi, duyu mu verdi; belli değil… Fakat şurası muhakkak ki Ahmet, bir gün, bir haziranda köy kahvesinde kendisini bekleyen salaş kahvenin sahibini bir hafta bekletti. Gidip bulmadı.
Şimdi Ahmet, Belvü Bahçesi’nde dünyaya hiçbir şeye sahip olmamanın verdiği büyük haz içinde, dünyayı ve etrafı istediği şekilde görerek ve şu kalabalığın içinde yalnız yüzde beş kişinin alnının teriyle çalıştığını düşünerek mesut; pazar günleri yüzde ondan ve yüzde ona eklenen bahşişlerden tam yedi lira yaptığını düşünerek, bu her haziranda tuttuğu salaş kahveyi hatırlamıyor bile…
Hatırlasa bile kendi kendine gülüyor, içini o her haziranda saran yangının yerinde yeller estiğini görüyordu.
Bu tahavvülün sebebini kendisi de bilmiyor. Bilmiyor ama, dünyada hiçbir şeye sahip olmayacağını, olmak istemediğini ve olmanın da hiçbir faydası olmadığını, bilakis zararını Ahmet nasıl oldu da anladı, bu mühim meseledir:
Ahmet’in karısı geçen kış, zatürreeden ölmüştü. Bu ölümle Ahmet, dünya yüzünde sahibi olunacak şeyin yalnız bir kadın olabileceğini, ötesinin ise yalan, haksız olduğunu ve kendisine kadından gayrı bir şeye sahip olup olmamanın vız gelip tırıs gittiğinin farkına varmıştı. İşte onun için Ahmet şimdi bağırıyor:
– İki duble çek.
Fransızca ilave ediyor:
– San fo kol.